Ebedi âlem in kapısı olan ve Sarı Baba denilen mevkide bulunan makberler kim bilir nede çok seviniyorlardır. Yaklaşan bu mübarek günlerin yüzü suyu hürmetine ellerinde Yasin-i Şeriflerle, Kuranı Kerimlerle giriş - çıkış yapılan,  Kırklar kapısında, artan bir başkalık göze çarpar hemen de. Yaşı kemale ermiş neneler, dedeler, orta yaşlı ve ya gençler, kim bilir hangi hüzün bulutlarının ıslattığı maziyi, o yüreklerinde her daim hatırlayarak, hangi ruh halleriyle bakarlar o anda hayata ve kaybettiklerine.

Yakın, hısım, akrabalarının, kim bilir belki de can ciğerlerinin, ruhlarını rahatlatmanın iç huzurunu yaşar gibiydiler.

Yüzlerde okunan o ki, meraklı bir bekleyişin şaşkınlığı var sanki. Elbet bir gün bizde, o meçhul yolculuğa çıkacağımızı ima eder gibi. Bütün mesele bu gerçeği anlayabilmek ve sadece buna, içten duygularla inanabilmek.

Sanki o küçük bedenimizin bir gün gelip ölüm denen gerçeğin, bizim de kapımızı çalacağını, çokta aklımızdan geçirmediğimiz çocuksu yıllar ne de olsa. Öyle çok derin düşünceli kapasitemizin de olmadığı, o çağların hep pembelikler ini gören gözler ela ela bakarken hayata.

Bahar geldiğinde, cilveleşen ahenginde, kutsal mekânın her yanında, doğruyu yanlışı yeterince düşünemediğimiz toy zamanlarda, çok atlayıp zıplamışızdır, yeşille kaplanmış mezarlığın çimeninde.

Yılların yorgunluğuna dayanmış ve zaman içerisinde doğal şartlar nedeniyle un ufak olmaya başlamış olan mezarlığı çevreleyen taşların, beyazımsı hallerinin dili olsa da söyleseler, kimler geldi, kimler göçtü kim bilir bu diyardan.

İlk teravih için artık, heyecanlı bir serüvenin çoktan ateşi yakılmıştı bile. Camilerin,  mescitlerin yüzleri gülmeye başlamıştı.Çokta aydınlık saçmayan, ampullerin dizili olduğuKandillerin ışığı bile, mana aleminin ciddiyetini simgeliyordu sanki.

Kenar mahalle olunca, bir başka çeşit oluyor insanın bakışları, türlü halleri. Gariban ilin her türlü çeşnisini, bu mekanlarda görmek mümkündü, yoksulluklarıyla birlikte,hem de gözle görülecek kadar.

Kendi yağında kavrulan, gün bulup gün yaşayan, çile yüklü gönülleriyle,ömürlerini törpüleyip,ilahi huzura kavuşanlar. 

Kader denen çizgiye sıkıca bağlanmış olduklarını, hayatın onurlu ve şahsiyetli hallerine baktıkça O değerli insanlarımıza, daha çok saygı duyuyorum.  Yokluklarına bile şükreden O erdemlı insanlarımızı, kanaatin, şükrün kaybolduğu bugünlerde daha çok arıyorum, hasretle.

Ramazanın sevimli yüzleri olan davulcuların geneli, yine mahallemizin garip insanlarındandı. Hepsinin ayrı hayat hikâyeleri, çileleri vardı. Ne sabit bir işleri ne de sosyal anlamda güvenceleri hak getire.Derme çatma hanelerinin, en emniyetli sayılan çatı aralarında geçen bıldır dan  bu yana sakladıkları, tozlanmış ramazan davullarını çoktan çıkararak, bakımlarını, tamirlerini yaptırmanın telaşesin de idiler.

Mektep görmemiş, hesap bilmeyen halleriyle, biraz tebeşir tozu yutmuş, gençlerin yardımıyla, valilik ve belediye başkanlığına verilen dilekçelerle davul çalma izni ni alıyorlardı. Zaten maddi durumları, devlet erkânın ca biliniyordu. Gerekli izini aldıktan sonra ise mahalle cümbüş yerine dönerdi sanki.Davulun deri bölümünü saran kasnaklar gerdirilip, eski gazetelerin yakılması ile davulun deri bölümü hafif aleve tutularak, bir bakıma derinin tınlaması ve ses kalitesi yükseltiliyordu. Her biri ayrı vururdu davulun tokmağına, birbirlerine nazire yapar gibi, ağarmış badem bıyıklarının altından, alaylı gülüşleriyle, daha da hızlı vuruşlarla tecrübe yaparlardı. Düğün alayı kurulmuş sanırdık birden. Ve mübarek ramazanın hoş gelişini haber verir hali ve sembolü sayılan ramazan davulu bile başka tınlardı.

Rahmetli Hüseyin ERZURUMLU,  Yönüz GÜMÜŞ,  Ali Osman TUTA amcalar mübarek ramazanın Sahuru (Temcit) öncesinde,genelde kurmalı zilli saatlerinin yardımıyla uyanır ve uyku mahmurluğunun girdabında kendilerine verilen bölgelerde, görevlerini icra ederlerdi vesselam.

Soldaki takkeli rahmetli Yönüz amca, şapkalı ise Hüseyin amca. (Fotoğrafta samimi duruş, içten ve dostça bakışlar bizlere,çok şeyler anlatır gibi)

Her birinin kendine göre olan ritmi, tutuş ve vuruş tekniği ile, gürültü kirliliği yaşamamış zamanın sessizliğinde hoş bir nidası vardı.  Hafızamıza nakış eden  hali, çıkmıyor ruhumuzdan hala.

Orta yaşı çoktan aşmış hallerinden, sırtlarına sardıkları Gemlik zeytinlerinin küfe ya da örme sepetlerini, çelimsiz vücutlarına sararak, mahalle, sokak hanelerini, vurulan tokmak ve ince çubuk arasında çıkan, tok sesin yankılanmasıyla uyandırmanın hazzını yaşıyorlardı. Öyle ne mani ne de ilahi söyleme adetleri ise pekte yoktu. Onlar için mübarek saatte niyetlenecekleri  Sahura kaldırmaktı esas görevleri.

Adettendi ancak duyarlı insanlarca, davulcu yaklaştığında varsa üç beş kuruş,  yoksa yapılan tava çöreği, oklava ekmeği veya gözlemelerden verilerek emeğine saygı duyulurdu bir anlamda.

Sepetin içi ise yağlısı, yağsızı birbirine karışıp giderdi.

Lira ve kuruşun hâkim olduğu o yıllarda,  durumu uygun olanlarca, kapıdan verilen, pencereden atılan paralar olurdu, arada bir uyku sersemliğinin verdiği dikkatsizlikle, kendini bile zor aydınlatan düşük voltajlı sokak lambalarının aydınlığında, yamuk kaldırım taşları arasında paranın arandığı da olmuyor değildi vesselam.

Gecenin sessizliğini bozan kimi zaman Zonguldak- Ankara hattındaki kömürlü ve buharlı yük treninin çıkarttığı gürültüyle çalışan seslerine, ıslıklı düdük sesi karışır ve Çankırı tepelerinde yankı bulurdu.

Ramazanla birlikte geç kapanan gece kahvecilerinin müdavimleri ise çoktan bolca içilen sigara dumanlarının çöktüğü ve is bıraktığı köhne ve derme çatma masaları, sandalyeleri terk ederek evin yolunu tutar olmuşlardı. Hala akıllarda kalan oynadıkları pişpirik vedomino denilen taşların akıllıca dizimiyle kâh yenilen kâh yenen hülyalarının dalgınlığını vardı sanki üzerlerinde.

Çoğu zaman, her mahalle başında, bekleşen, dolaşan başıboş sokak köpekleri karşılardı davulcuyu, kimisi davulun sesinden ürker kimisi ise havlayarak tepkisini ortaya koyardı.

Çoktan bu gariban ilin, köhne dar sokaklarında, sanki yaşlı ağızlarda, emaneten,  yamuk yumuk duran seyrek dişler gibi dizili haldeki fakirhanelerin, yokluğun, yoksunluğun inadına ispatı gibi kös kös yanan sarı düşük voltajlı ampuller teker teker yanmaya başlamıştı bile. Bunlar bir anlamda Sahura kalkmanın ilk kıpırtılarıydı.

Rahmetli Ali Osman amcaların dar ve oldukça küçük hanelerinin önünde besledikleriKarabaş isimli köpeği,  ona Çankırı’nın köhne, kerpiçli duvarları arasındaki dar sokaklarda bir bakıma sahibine olan sadakatini ispat etmek için eşlik ederdi.

Vefalı görevlerini yaparken kendilerini de ihmal ederlerdi

Elbette verilen ekmeklerden, gözüne kestirdiklerini alırlar, arada tıkıştırıp, o zamanlar her sokak başında akan,avuç dolusu sularından içerlerdi.

Ardından da, ikinci cigarasını çektin mi içine artık oruca hazırdı bizimkiler. Ağırlaşan sırtındaki yükler ve onca sokakların arşınlanması elbette çelimsiz sayılan bedenlerini de yoruyordu. Yine gittikleri gibi hanelerine mecalsiz dönüyorlardı.

Artık vakitte tamam dı. İmsakin zamanıydı.

Camiilerin, mescitlerin, o dönemin imkanlarıyla olan ses yayın cihazlarının, cızırtılı halleriyle Muhammed’in ezanı, yanık sesli ve duygulu bir halde, saba makamında yürek burkan haliyle çoktan okunmak üzereydi.